Buruk bir yalan yalnızlık… Yavaş yavaş eriyen bedenin kendine ait öfkesi sanki. Korkuyor dingin yaşlı, doğumundan sonra ölümüne yakın olmaktan. Bilmiyor ki saçlarını kendi ağartmış. Bilmiyor ki yumruklarını sıkarsa gücünü yeniden kazanacağını. Sadece ölüme daha yakınmış o kadar. Ve içine akıtmış zehrini. Gelmeyecek ve her zaman geleceğini bilmediği otobüsü beklemeye koyulmuş.
Kendisi gibidir, kendisine yakıştırdığı yer insanın. Suların içinde kaybolmuş paslı bir demir parçasına dokunarak, onu silkelemiş. O da terk edilmişliğinde yaşayan birine ihtiyacı olan bir demir parçasıymış. Birlikte iki yalnız, neyin ne olduğunu sorgulayamadan yaşayan iki ölü kelebekmiş, kozalağından çıkamayan. Bir şarkı mırıldanmış yorgun sesiyle yorgun adam, ağlayarak…
“Korkuyorum ama çok,
Kokladığım çiçeğin adını unutmaktan.
Tanıdığım insanları tanıyamamaktan.
Savunmasızlığımdan.
Anlaşılamamaktan.
Çürüyorum yavaş yavaş…”
Oysa yaşamak ne güzel deyip, hıçkırıklara boğulmuş. Gökyüzüne bakıp öylece kalmış. Bir yıldız kaymış, gülümseyerek, Ay’a dokuna dokuna, salına salına, yavaşça yaşlı adamın omuzlarına çıkmış. “Kapat gözlerini yorgun savaşçı, dudaklarından öpeceğim!” demiş. Melek yıldız saçlarını okşamış, sımsıkı sarılmış.
Eğer mantığın bittiyse, hayat da bitti. İşte yaşamak böyle bir şey! Şimdi ben gidiyorum ve sen yaşamak istiyorsan aç gözlerini. Kendini yoran sensin, bu beden senin. Haydi zıpla! Eski fotoğrafını gösteren bir ayna bul ve eğer seni mutlu edecekse, her gün bu aynaya bak. Değişmeyen tek şey ruhun. O hep aynı yaşlı savaşçı. Unut aynaları, korkma savaşmaktan!
“Ölmek uyumaktır,
Uyumak uyanmaktır.
Yaşlanmak öğrenmektir,
Yorgunluk yorulmaktır.
Yaşamak var olmaktır!”
Hoşça kal…